Geçtiğimiz ay yaza oldukça güzel bir başlangıç yaptık. Artık nispeten havaların da ısınması, her ne kadar denizlere gitmemizi, sahilin, kumun tadını çıkarmamıza bir işaret olsa da aslında sinefiller için ölü bir sezona geçmiş olduğumuz da acıtan gerçeklerin içinde bulunuyor.

İşte bu nedenle beraberliğimizin sekizinci yazısında bir ilke imza atıp hem kahve hem de sinema gibi oldukça güzel iki ortak özelliğimiz olan okuyuculularımıza da duyduğum saygıdan dolayı bu sefer oldukça etkileyici bir mini-dizi ile arzı endam etmekteyim. Daha ilk girişten çok da elimi açık etmemek için hemen konuya giriyorum hazırsak başlıyoruz…

Chernobyl, 1986 yılının Nisan ayında Ukrayna’da Çernobil nükleer santralindeki patlama ve sonrasında yaşananları konu ediyor. Yaşanan trajik kazanın ardından SSCB, olayın araştırılması için ülkenin önde gelen nükleer fizikçilerinden Valery Legasov’u görevlendirir. Sovyet Bürokrasinin önde gelen isimlerinden  Boris Shcherbina ile birlikte kazayı incelemeye giden Valery, olayın nasıl meydana geldiğini öğrenmek ve felaketin boyutlarını kontrol altına almak için zorlu bir mücadele verir.

Öncelikle aslında bölüm bölüm dakika dakika dizinin analizini yapıp  her sahneyi detaylı anlatacak şekilde diziyi özümsesem de daha izlememiş olanları da düşünerek her zaman edindiğim düstura devam edip “spoiler” vermeden olabildiğince detaylı dizi hakkındaki düşüncelerimi anlatacağım.

Tarihte gerçekten yer almış bir konu hakkında bir film ya da dizi çekmek oldukça zordur. Çünkü biraz gerçeklerle oynarsanız tarihi bir yapım değil kurgu bir yapım yapmış olursunuz. Tarihi yapım yaparken de zaten ne olup ne bittiğini meraklısı biliyorsa bu sefer de sıkıcı olup olmama riski devreye girer. İşte Chernobyl dizisi söz konusu olduğunda sizi temin ederim ki konu oldukça sıkıcı olmasına rağmen hiç sıkılmadan biraz da diken üstünde ilk bölümden beşinci bölüme kadar izliyorsunuz.

Dizi ilk bölümünün 10-15. Dakikasından itibaren adını da aldığı facianın orta yerine izleyiciyi bırakıveriyor. Genelde bu tür yapımlarda olayın olduğu an genelde yapımın sonunda yer alır (örneğin Titanic). Ancak Chernobyl’de konu aslında yaşanan facia ile başlayıp, faciadan etkilenen kişiler, faciaya sebep olan kişiler, facianın olduğunu reddedip faciadan nasıl az zarar ile yırtabileceğini düşünen kişiler, facianın zararlarını minimuma indirmek için kafa patlatan kişiler ve facianın zararlarını minimuma indirmek için kafa patlatan kişilerin fikirlerini canları pahasına uygulayan kişilerin etrafında gidip geliyor ve faciada başlayıp ardından geçen iki yılı beş bölüme yayıyor.

Aslında dizi kağıt üstünde beni çok çekmeyecek bir dizi, çünkü genel olarak felaket, deprem ya da katil hayvanları konu alan yapımlardan ziyade düşmanın belli olduğu ve bir karakter olduğu yapımları tercih ederim. Ancak hem olabildiğince gerçekçi olması, hem oyuncuların adeta olayları yaşıyor olması hem de  kariyer seçimimden kaynaklı olsa gerek yaşanan facianın nedenlerini ve çözümlerini içeren bilimsel konuları olabildiğince yalın anlatması beni diziyi beğendiren nedenlerden oldu.

Dizi gerçekten aşırı gerçekçi, radyasyondan etkilenen insanları izledikten sonra yüreği yeten Google’da radyasyon yanığı ile ilgili birkaç görsel araştırışa ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ayrıca dizinin gerçekçiliği sadece efektler, makyaj ya da mekanla ilgili değil gerçek hayattaki oynadığı karakterlerin neredeyse ikizi gibi olan oyunculardan da kaynaklı.

Sorumluların yargılandığı mahkeme sahnesi ile gerçek kayıtlar arasındaki 7 farkı bulun desem oldukça fazla kişinin zorlanacağını düşünüyorum.

Böyle bir cast’i toparladığı için aslında dizinin yaratıcısı Craig Manzin’i de tebrik etmek lazım. Lafı gelmişken normalde kariyeri ağırlıklı olarak komedi filmlerinden olan bir kişinin böyle bir şahesere imza atması beni gerçekten şaşırttı.

Toparlayacak olursak bence diziyi tarihi bir dizi olarak değil de bir korku ya da gerilim dizisi olarak izlemek gerekiyor. Çünkü olay karşısında politikacıların tutumları, halkın yaşanan felaket karşısında bilgisizce yaptıkları eylemler (Ölüm Köprüsü sahnesini şuraya koyayım izlerken beni hatırlarsınız), faciaya kimilerinin bencilce tepki göstermesine karşın kimisinin canını hiçe sayarak milyonlarca insanı kurtarmasını içeren birçok sahnede tüylerim diken diken oldu. Bu hissi yaşatacak gerilim ya da korku filminin pek olmadığını söyleyebilirim.

Peki bu dizi bana ne kattı? Öncelikle her ne kadar tüm dünyayı gezme gibi bir hayalim olsa da ve bunu yavaş yavaş gerçekleştiriyor olsam da her ne kadar turistik gezilere denetimli bir biçimde izin verilse de bölgenin hala radyasyon yuvası olması Ukrayna’yı gezilecek yerler listemden çıkarttı. Ardından nükleer enerji ile ilgili verilen bilgiler nükleer santraller konusunda fikirlerimi biraz daha pekiştirdi ve dikkatli kullanıldığı takdirde enerji ihtiyacının neredeyse tamamını bir bölgenin karşılasa da ufak bir hata ile neler olabileceğini yeniden hatırlatması açısından yararlı faydalar edindim. Bununla beraber Legasov’un bir çok yerde radyason maruziyeti, oluşturduğu kanser vs gibi  bilimsel gerçeklerle şu aralar oldukça duyduğum “Aslında ailesinde kanserli biri yok ancak o kanser hastalığına yakalandı” gibi söylemlerin Türkiye -Ukrayna arası söz konusu radyasyon olduğunda ne kadar kısa bir mesafe olduğu gerçeği ile yüzleştim. Son olarak ise dizideki yetkililerin hareketleri ile vakti zamanında “Bize bir şey olmaz bak ben de radyasyonlu çay içiyorum” diyen yetkileri hatırlayıp aslında insan tepkilerinin ne kadar evrensel olduğunu fark ettim.

Sonuç olarak uzun metraj bir filmden bir tık fazla süreye sahip (5 saat 30 dakika) bu yapıp hem yakın tarihimizde yaşanan bir felakete ışık tutmasından hem de oldukça sürükleyici bir beş saat otuz dakika yaşattığından tatile gidememiş ama sürahilerini kahveyle doldurmuş tüm sanatseverlere tavsiye ederek yazımı bitiriyorum.