
“İyice kaydı iklimler yaz geldi diyeceğim ama her gün hava durumuna bakıyorum gene çıkmadan. Nereye baksam
yenilenmeye hazır ağaçlar görüyorum. Oysa çoktan gölgelerini hizmete sunmuş olmaları gerekirdi. Onlar da kararsız tabi.
Ancak değişmeyen bir şeyi var bu ayların, parlayan güneş. Sanki sabah 6 dediğin an “Kalkın, kalkın! Yaz geldi! Sokaklara çıkın!” diye bağıran nostaljik bir gazeteci çocuk gibi…
İşte böyle zamanlarda yapmak istediğim şeyler iki üç kat şehvetle tırmalıyor ruhumu! Sonra başlıyorum belli belirsiz kendime söylenmeye tek tek;
Gitar öğren be adam!
Spora başla!
Yeni bir dil öğren!
Kitabını bitir!
Senaryolarını çek artık!
Kampa mı gitsek ya, kampa git evet
kampa!
Milyonlarca kızgın cümle kuruyorum böyle kendime. Yapmak istediğim çok şey var çünkü ama öyle her şeye vakit
bulmakta zorlanıyor insan işte. İstanbul insanı için farklı bir düzen vardır bilirsin. Belki dünyanın en güzel şehrindesindir, hani Asya ve Avrupa’yı birleştiren mavi gerdanından süzülüp geçeceksindir her gün ama acelen vardır, metroya biner geçersin karşı yakaya. Öyle esaret işte bu. Herkesin acelesi vardır bu şehirde. O yüzden herkes gergindir. Kaostan beslenir, kaosla besleriz İstanbul’u. O yüzden yapmak istediklerini değil, şehrin, bu “kaos düzeninin” izin verdiği şeyleri yaparsın genelde.
Ben de onca planı bu koşturma içinde unutuyorum. Belki de üşeniyorum, bilmiyorum. Kendime kalan süre genelde
o bahsettiğim metroda geçiyor sadece. Metro hobileri geliştirdim o yüzden de kendime. Mesela metroya girdiğimde en sevdiğim şey telefonun galerisini karıştırmak. İnternetsizlik kötü bir şey. SMS yazmak bile zor geliyor artık. Ama
şöyle düşününce haklıyım bence. SMS üzerinden mesajlaşmayı sevmiyorum, bir mesaj atıyorsun ve geri dönüşü dakikalar
sürebiliyor ve o da tek kelime. Bunu şöyle anlatabilirim sanırım; bir restorana gidiyorsun, açsın, siparişini veriyorsun,açsın, garson gidiyor, sen açsın, bekliyorsun, bekliyorsun, artık çok açsın, gelmiyor, bir dürtüyorsun garsonu, çok açsın çünkü, abi hazırlanıyor az sabret gibisinden bir şeyler yapıyor ama sen çok açsın. Sonra yemek geliyor iki lokma;
“iyi senden?”
Açsın.
O yüzden internet iyidir, hız ek hizmet değil pakete dahil olmalıdır. Neyse ne diyordum.
Hah galeri…. Şu hızlı yazışma programlarındaki gruplardan gelen muhtemelen çoğunun hangi gruptan geldiğini bilmediğim gereksiz fotoğrafları siliyorum önce, sonra seni görüyorum. İşte şimdi güzelleşiyor bak her şey. Yemyeşil gözlerinle ne gülmüşsün öyle… Fotoğrafı çeken iyi ki benim diyorum, kıskanacağım yoksa. Fotoğrafı iyice bir sindirip bir sonraki fotoğrafa geçiyorum saçlarına vurgunum o an, sarısı maden, dalgası sonsuz deniz… Bir sonraki fotoğrafa geçiyorum; “Hayırlı cumalar”. Siliyorum. Bir sonrakine geçiyorum, gülüşün doluyor gülüşüme. Yanaklarımdaki tebessümün tek sebebi oluyorsun. Bir sonraki fotoğrafta ikimiz varız. Nasıl da şaşıp kalmışız benim kafamın postmodern bir patatesi temsil edişine. Alışamadık bu selfie mağduriyetine. Olsun. Devam ediyorum bakmaya tüm güzellikleriyle fotoğraflarına. Çünkü
mümkün olmuyor gözlerine, gülüşüne, dudaklarına, saçlarına doymak. Her birlikte eritilen zamanın sonrasında bir
yenisine hemen hazırım. Seninle her yeni saniyeye açım.
En kısa zamanda ellerine değen kağıtlardan cevabını almam dileğiyle…
Seni seviyorum
Can O.
12 Temmuz 2019”
Mektubu okuduktan sonra kâğıdı izleri belli olan yerlerinden katladı. Tam 40 yıl geçmişti üstünden. Tutarsız muzipliğine
güldü. Bu mektubu ne zaman okusa aklına dengesiz tatlılıkları gelirdi. Hem hızlı haberleşmekten bahsedip hem
zorla mektup yazdırırdı. Gülümsedi.
Mektupta bahsedilen gülüşüne baktı aynadan, gözleri doldu. Buruşmuş ve yıllanmış yüzünde gezdirdi ellerini. Yaşasaydı hala güzel olduğunu defalarca söyleyeceğine emindi. Mektubu zarfa koydu, diğerlerinin arasına kaldırdı. Gün
Hanım son 7 yıldır doğum gününü böyle kutluyordu.
Çizim: Ayşe Zencirkıran
